Friday, December 13, 2013

Tansel Semir

Salı, Nisan 11, 2006


PKK VE TERÖRİZM

Karmaşıklık, düzensizlik, anarşi ortamı ve benzeri durumlar dinlerin ve bununla beraber sömürünün de yaşam kaynağıdır. Bu yüzden kapitalist topluluğun ekonomisi düzensizliğin, karmaşıklığın, anarşi ortamının yaşamasına bağlıdır. Düzen geldiği an sömürünün ve beraberinde her türlü feodal ilişkinin de sonu gelir. Din; bu sömürünün kutsallaştırılmış bekçisi ve –sömürünün- sömürülen tarafının uyutucusudur. Sömürülen kişi dinle oyalanarak cenneti düşlerken, sömüren, parsayı toplama peşinde koşacaktır.
Sömürü, anarşi ortamında kendine yer edinirken, bu anarşi ortamının da devamlığı sağlanmalıdır. Bu devamlılığı da ekonomik yetersizlik içine düşürülmüş topluluklar gerçekleştirecektir. Oyun çok güzel oynanmaktadır. Yukarıda bir tanrı, başkaldırmayın, itaat edin derken bilgisizliğin ve düşünmemenin içinde kıvranan topluluklar da sömürünün doğallığı içinde her türlü bilimsizliğin, cahilliğin, anarşinin ortasına çekilebilmektedir. Anarşi ortamı var olacak ki ceplerin doldurulması gerçekleştirilebilsin.
Bir ülkede yalancılık, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, sömürü, yoksulluk, gericilik haddinden fazla ise bu haddini aşan eylemlerin gizlenmesi gerekir. Bunun için bir güç yaratıp, toplulukları bu güce düşman göstererek, hem karmaşa ortamı yaratmak hem de temize çıkma politikası içine girilir. Ekmek çalan bir hırsıza birileri ne kadar çok hırsız diye bağırılırsa o kadar kendi hırsızlıkları kapanmış olur. PKK ne kadar çok terörist gösterilirse gerçek teröristler o kadar çok temize çıkar.

Şimdi soralım; terörist kimdir?Türkiye’de yaşayan şahısların neredeyse tamamı hırsızlığı, sömürüyü, yalanı başucu etmiş durumdadır. Kimse bunca haksızlığın, yoksulluğun, sömürünün, yalanın ortasında gerçeği haykırmıyor. Haykıranı da terörist ilan ediyorlar. Bu yüzden topluluk içinde dürüst olan kişiler yaşayamaz, yok edilir. Onun içindir ki bu anarşi ortamında dürüst olmak çok ama çok zordur. Haksızlığı kabullenmeyen onurlu insanlar terörist sayılırken, asıl teröristlerin topluluklar olduğu da gizlenmek istenmektedir. Bu durum topluluklardaki insanımsıların nicel çoğunluğundan kaynaklanmaktadır. Nicel çoğunluk, hem kolayca yönlendirilebilmekte hem de her türlü olumsuzluk karşısında büyük bir çıkar dayanışması içerisine girebilmektedirler. Çıkar dayanışması terörizmin anasıdır. Türkiye’de istisnasız herkes teröristtir. Çünkü anarşi ortamı sağlıklı insanı kabul etmez. İnsan ilişkileri şiddete bağlı olduğundan, terör ortamı herkesi etkisi altına alır. Merak etmeyen, düşünmeyen, bilgisizliği başucu eden, paraya endeksli bir topluluğun sonu budur. Terörizmdir.
Din peşinde koşanlar aslında paranın, sömürünün, hükmetmenin peşinde koşanlardır. Paraya kavuşmak her türlü zevke, çıkara, üne kavuşmak demektir. Ne kadar dine sarılırsa kişi o kadar sömürüyü, yalanı, yoksulluğu sevgisizliği yaşatmış olur. PKK bu halkanın sadece küçük bir tepkisidir. Hatta en onurlu tepkisidir. Yüzyıllardır birbirlerini sevmeyen, birbirlerini daima sömüren, güzeli yaşatmayan bir topluluğa karşı çıkılmış bir tepkidir PKK. Yıllarca Türkiye’de insanlar aç bırakılıp, sömürüldü. Her türlü olanak var iken üretimden, paylaşımdan vazgeçildi. Herkes birbirinin üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştı. Otomobil, ev, arsa aldı ama hiç kimse haksızlığa, yalana, yoksulluğa karşı çıkmadı. Herkes mutlu olmayı açların mutsuzluğuna bağladı. Emek harcamadan mutluluk düşü kuranlar, yoksulluğu, açlığı görmezden gelip köşeyi dönme peşinde koştular. Bu gün onlar “vatan” diye sokaklarda bağırıyorlar. Vatan’ı toplumun mutluluğu için değil, kendi çıkar alanlarının yok olmasından dolayı savunuyorlar. Şimdi Türkiye’de soralım Kim Terörist. İstisnasız herkes. Çünkü herkesin bu oyunda bir rolü var.

PKK mı Terör Sadece?
Şimdi bir düşünelim; PKK’nın öldürdüğü kişi sayısı diyelim 30.000 kişi. Bunun yanında Türkiye’de 17 Ağustos depreminde ölenlerin sayısı da ortalama 15.000 kişi. Yani yirmi yılda PKK tarafından öldürülen kişilerin yarısı topluluklar tarafından bir dakikada, 17 Ağustos depreminde öldürülmüştür. Bilimsiz, bilgisiz topluluğun kendine seçtiği hayattır bu.
Örnek çok.
Gelmiş geçmiş Başbakan’lara, hükümetlere bakalım.
Yıllardır kara yollarında yüz binlerce insan yaşamını korkunç kazalar yüzünden yitirdi.
Neden?
Hiçbir hükümet tren yolu yapmak gibi bir düşünce taşımadı. Halk tarafından seçilen ülke yöneticileri Türkiye’yi dış ülkelere göz göre göre satıyor ve daha da satacaklardır.
Bu insanları kim seçti?
Halk?
Yani halk kendi kendinin teröristi oldu.
Yine aynı hükümetler Atatürk tarafından kapatılan -terörist yetiştiren – imam okulları ve kuran kurslarını açtılar. Din kafası ile yetişen çocuklar potansiyel birer teröristtir şu anda. Yine aynı örümcek kafalı hükümeti seçen örümcek kafalı topluluklar Bilimsel İnsan yetiştiren eğitim kurumlarını kapattılar. Yerlerine şu anda eğitimi ezberciliğe, yani din kafasına göre eğitimsizlik gören kişiler yetişti. Para için ülkelerini satacak her türlü eylemin içerisinde yer alacak bir topluluk oluşturuldu. Kim yaptı bunları. yine kendi kendimize yaptık.
Bunun yanında ekonomik yetersizlikten kaynaklanan intiharlar, aile içi şiddet, kadına-çocuklara şiddet, eksik beslenme vb. durumlar daha korkunç boyutta.
Terörün en şiddetlisi örgütlenmemiş terörizmdir.Gazetelerde çıkan haberler terörizmin en büyük boyutunu bize göstermektedir
Demokrat olmayan insanların demokrasi altında seçtiği kişiler terörist eylemlerin ele başlarıdır.
Çoban olamayacak bilgisiz, okumamış, bilimden, düşünceden habersiz kişileri kendilerine başbakan seçen bir halk, terörizmi kendi elleriyle devletleştirmiş sayılır.
Onun içindir ki devletleşmiş bir terörizm geleceğe çok karanlık günler bırakacaktır. PKK’yı yaratan koşulları yok etmeyip, halkın terörizmini kapadıkça, Türkiye çok karanlık günler yaşayacaktır.
Tekrar soralım. Kimdir terörist?

PKK NE İSTİYOR?
PKK en başta ne istediğini net olarak ortaya koymalıdır. Neden PKK dağlarda savaşım veriyor. Ne uğruna bu kadar acı, ölüm yaşanıyor. Bunların cevaplarını vermeli PKK.
PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti’ni bölme gibi bir düşüncesi olamaz, olmamalı. Çünkü Türkiye’de Kürt sorunu değil, insan sorunu vardır. PKK Dünya Demokrasi’si için savaşım vermeli, bunu da düşünce kulvarında yapmalıdır. Bunu en kısa zamanda gerçekleştirmeli ve kendi davalarının haksız yanlarını da yok etmelidir. Şunu itiraf edelim ki PKK düşünce ile haksızlığa baş koyamadığı için silahı seçti. Bir anlamda kolayı seçti. Şunu bilmeli ki PKK; devrim, insanın değil insanı yaratan doğanın işidir. Bu yüzden düşünmeyenleri kimse asla düşündüremez. İnsanın evrimi hala çocuk yaşta. Bu yüzden düşünmek dünyanın en zor işidir. Doğa düşünen insanı bir gün yaratacaktır. PKK, kendi haklı davası için düşüncenin gücünden taviz vermemelidir. Her ölen PKK’lının ardından silahı değil, arkada bıraktığı bir düşüncesi olmalıdır. Düşüncenin gücü bir gün silahı yenecektir.

Pazar, Nisan 02, 2006


SOL VE SOLCULAR

-Sol adı altında, sağın karşısına çıkmış, kimin ne olduğu belli olmayan, düşünceden uzak her türlü eylemin içinde boğuşan solcular. -Yıllardır sözde demokrasi ve özgürlük için savaşım veren, bu uğurda ölen, öldüren solcular.
-Özgürlük ve demokrasinin ne olduğunu bilmeden bir çukurda – yok yere- didinip duran solcular.
-Karşısında düşman olmadan yaşayamayan solcular.
-Hasta beyinlerini tatmin için - düşünceden uzak- her türlü eylemin içerisinde kendini oyalayan, kendini kandıran solcular.
-Din deyince dizleri tutuşan, mülkiyete gelince beyni bulanan, sağcılardan pek farkı olmayan, solcular.

Sol olsun Sağ olsun; bu tür guruplaşmalar düşünemeyenlerin kendini güçsüz görüp, guruplaşma ile bir güce kavuştuğunu sanmasından kaynaklanmaktadır. Her guruplaşma düşüncesizliğin ürünüdür diyebiliriz. Düşünen insanların guruplaşma isteği olmaz. Çünkü birey olmak çoğul değil tekil bir niteliktir. Ayrıca guruplaşma kişinin değil birilerinin seçtiği seçenektir. Yap boz oyununda olduğu gibi. Birileri kimin nerede olacağını önceden seçmiştir. Seçemedikleri tek şey düşünen insanın birey gücüdür. Düşünen birey hiçbir zaman başkalarının oyununda yer almaz. Düşünen insan yalnızlığı bir onur kabul eder ve o yalnızlığın içinde acıyı duyarak yaşar.
Sağ olsun Sol olsun; merak eden, düşünen, toplumun güzel günleri için savaşım veren, dini, mezhebi, ırkı, kini, nefreti kafasında yok etmiş, doğadan, sevgiden, üretimden, paylaşmadan yana insan varsa; düşünce adına hepsini kucaklıyorum. Solcu veya sağcı olarak değil, insan olarak kucaklıyorum. İnsanın, düşüncenin; sağcısı, solcusu, dinlisi, dinsizi, olmaz. Düşünce tektir. İnsana düşen onu arayıp bulmaktır.
Düşünmek; var olan her şeyi beyinde yorumlamaktır. Düşünmek evereni tanımaya çalışmaktır. Düşünce geçici nesnelerle uğraşmaz, düşünce öz’le ilgilenir. Öz bulmayan her kavram insan için bir aldatmacadır. Bu yüzden düşüncenin ürünü olmayan eylemler boşuna ve sonuçsuz kalır. Düşünmek zaten bir eylemdir. Tepki düşünce içermiyorsa eylem bir oyundur, oyuncaktır, oyalanmadır.
Düşünen insanın sağ veya sol tarafı olmaz. Düşünen insan bilimden yanadır. Solun şu ana kadar bilimsel bir tarafı yoktur, sağcıların olmadığı gibi. Çünkü sol, bu güne kadar insanlığı karanlığa götüren sağcıların eylemlerini bastırmak şöyle dursun iyice pekişmesine sebep oldular. Sağcılar dinci ve mülkiyetçiler, solun da bunlardan bir farkı yoktur. Bu yüzden sağcılar, solcular için ne dese haklılar. Çünkü solun sağdan bir farkı yok. İkisi de düşünemiyor ikisi de dinci ve mülkiyetçi ise arada fark aramaya gerek kalmıyor.Kimse işin özüne inmek istemiyor. Milyonlarca insan kana bulanmış, sömürülmüş ve aç bırakılmışken kimse bunların kaynağını; dini ve mülkiyeti yok etmek istemiyor. Sağ olsun sol olsun; insan olan ancak bunlara karşı koymakla insan olabilir. Karşısında hiçbir düşman görmeden olumsuzlukları yok etmek isteyen, okuyan, düşünen insan ümidiyle…


DİN BİR SAKLAMA KABIDIR

Saklama kaplarını biz yiyeceklerimizin bozulmaması, uzun süre korunması için kullanırız. Yiyecekler bozulsa bile, bozulan yiyeceği atar yerine başka yiyecekler koyarız. Topluluklar için de saklama kabı dindir. Bu dinin içine çıkarları, yalanları, sömürüyü koyarlar ve uzun süre fark edilmemesini sağlarlar. Bu yüzden dini dokunulmaz yapıp, dini yalanlayanları da yok ederler.
Dinin yüzyıllarca yaşamasındaki nedeni bir kısır döngü içinde varolmasından kaynaklanmaktadır. Bu kısır döngü, hayatın gerçeklerini çocuklara öğretilmemesinden kaynaklanmaktadır. Çocukların belli bir yaştan sonra hayatı din çerçevesinde görmeleri onların şizofrenik bir yaşam sürmelerine neden olmaktadır. Bu şizofrenik durum kişinin yaşamında hayal ürünü olayları yaratmasına neden olmakta ve kendince gerçek dışı olayları gerçekmiş gibi algılayıp, yaşamını bu şekilde sürdürmektedir. Bu gerçek dışı hayal ürünleri kişinin, çözemediği olaylar karşısında rahatlamasının bir sonucudur. Kişi kendi çıkarlarını tatmin için toplumu anarşiye sürükleyecek isteklerde bulunup, bu isteklerin korunması için dine sarılmaktadır. Din, kişinin çıkarlarını koruyan bir saklama kabından başka hiçbir işe yaramayan boş bir kavramdır. Bu kavram sınırsız istekleri koruyan, toplumu karanlığa sürükleyen, insan düşüncesine uymayan bir safsatadır. Bu safsatayı yaşatmak için kişi akla hayale gelmeyecek her şeye sarılır ve amacını gerçekleştirmek için her türlü yalana, hırsızlığa, kurnazlığa, sömürüye başvurur. Bu yaptıklarını da hiç kimsenin görmemesi gerekir. Bunun için kendini namuslu, onurlu, iyilikten, mazlumdan yana göstermek gerekir ve kötülüğü dinin içine gizleyerek her türlü insafsızlığı yapmaya başlar. Din kaldırıldığında, dini yok ettiğimizde, bu kişiler çırılçıplak ve yaptığı kötülüklerle baş başa kalır. Kısaca, dini kalkınca, onursuzluğu herkesin gördüğü bir yaşamla baş başa kalıyor kişi. Bu kişiler asla kendini de suçlamaz. Çünkü kendisi yoktur. Kendisi olduğu an bütün kötülüklerle baş başa kalıyor. Onurunu, dinle yer değiştiren kişi, yaşamı din ve sürü eksenli sürdürüp, kendisini yalanlara teslim ederek her türlü sorumluluktan kurtarıp, onursuzca yaşamaktadır.
Zeki insan akıllıdır; oysa kurnaz kişi akıllı değildir. Zeki insan doğruyu arayıp bu yolda gidendir. Oysa kurnazlık, doğrudan sapmadır. Akılla ilgisi yoktur. Akıl doğadan yanadır, onun bir parçasıdır, bunun için doğada kurnazlık yok, gerçeklik vardır. Kurnaz insan gerçekçi olacak kadar akıllı olamaz. Çünkü akıllılık kurnazlılığı değil bilimi salık verir. Din de bu kurnazların işidir. Bu kurnazlar dini yaşar ve yaşatır. Çünkü saklayacak onca yalan onca insafsızlıklar var ki, bunlara büyük bir saklama kabı gerekmektedir, o da dindir.


YAZARLAR LİSTESİ

-------A-------------TOPLUMSAL ÖNCÜ YAZAR BİRLİĞİ--------
-

-------B------------ TOPLUMCU-KORKUSUZ YAZARLAR---------

İLHAN ARSEL

TURAN DURSUN

ERDOĞAN AYDIN

FAİK BULUT

ABDULLAH RIZA ERGÜVEN


-------C-------------TOPLUMCU- YİĞİT YAZARLAR--------------

AZİZ NESİN
ORHAN HANÇERLİOĞLU
AFŞAR TİMUÇİN
SEDAT MEMİLLİ
CEMİL SENA
SREVER TANİLLİ
ALİ DEMİRSOY
ABDULLAH ÖCALAN
ŞÜKRÜ GÜNBULUT
MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ




-------D------TOPLUMCU AMA KIVIRTAN YAZARLAR --------

EMRE KONGAR


-------E-------------------BEN-MERKEZCİ YAZARLAR----------------
LÜTFÜ KALELİ
ABDULRAHİM DİLİPAK


-------F-----HEM DİNCİ HEM TOPLUMCU GEÇİNEN YAZARLAR------

BAHRİYE ÜÇOK
AHMET TANER KIŞLALI
DOĞU PERİNÇEK (SON GÜNLERDE YAZDIĞI VE SÖYLEDİĞİ SÖZLER DİNİ TERÖRÜN SİLAHINI BİLER NİTELİKTE--okumak için tıklayın)



-------G------------HALK ŞARLATANLARI VE DÜZANBAZLAR----------

AHMET ALTAN
MEHMET ALTAN
ŞÜKRÜ YILDIZ
SUNAY AKIN






YAZAR GÖNDERMEK İSTERSENİZ
ADRES


Muhammed'i çiziyorum (şiir)

Muhammed'i çiziyorum bu şiirde
biraz siyahını alıyorum karanlığın
koyuyorum üstüne "Tövbe" suresinin beşinci ayetini
kadına dayağın morundan alıyorum; Nisa otuz dört'le

Muhammed'i çiziyorum bu şiirde
biraz nesiminin derisinin renginden alıyorum
alıyorum Şeh Bedrettin'in gözlerinin renginden
Muhammed'in gözlerinin önüne koyuyorum.
koyuyorum milyonlarca çocuğun ağlayan yüzlerini

Muhammed'i çiziyorum bu şiirde"Nisa" seksen dokuz, doksan bir'de
kırmızıyı alıyorum Turan Dursun'un kanından
Kubilayın sesine katıyorum.

Muhammed'i çiziyorum bu şiirde
Sivas, Madımak'ta katillerin yüzleri gibi.
Kuran'ı okuyorum her sayfada kan, öfke
öldürmekten başka güçleri olmayanlar
Muhammed'i çiziyorum bu şiirde
tanrı suskun, herkes tanrı şimdi
öldürmek sadece katillere kalıyor

Muhammed'i çiziyorum bu şiirde
hiç sarısından almadan güneşin
sadece; şeriyatın paslanmış bıçağından,
kesilen başları kızların, kadınların, çocukların...

HALK VE AYDIN


Bütün kavramlar gibi aydınında tanımını yerinde yapmak gerekir. Gün geçtikçe karanlığa giden bir ülkede aydın geçinenlerin suskunluğu artıyorsa aydını sözden aydından ayırmak gerekir.
Aydın; tüm korkulardan, gelenek ve göreneklerden arınmış, gerçeği her yerde, her şekilde haykıran, gericiliğe karşı savaşım veren, doğadan ve sevgiden yana olup, bilimin ve aklın yolunda giden insandır. Aydın insan, ömrünü topluma adayıp, toplumun mutluluğu için savaşım vermeli ve karşısındaki her türlü engeli de yıkmalıdır. Aydın olmak halktan yana olmak değildir. Aydın, her türlü gerçeği -ne pahasına olursa olsun- halka sunup, halkı gerçeğe davet edendir. Aydının dini, mezhebi ve tanrısı yoktur; Aydını ancak düşünebilen aklı vardır. Aydın olmak bu tanımların içerisinde var olabilir ancak.
Türkiye'de halk gerçek aydınları tanımıyor. Bu yüzden halk kendini aydın tanıtan ve tanıtılan şaklabanları aydın olarak görüyor. Kapitalist ülkenin patronları aydınları basın araçlarından uzak tutup, halkın karşısına şarlatanları çıkardı ve gerçek aydınları her türlü olumsuzluğun hedefi olarak gösterdi. Bu yüzden cahil halk yığınları sözde aydınlarla karanlığa giderken, gerçek aydınlar bir kenara itildi.
Kapitalist bir ülkede parayla aydın olan şarlatanlar, gerçeği değil çıkarları doğrultusunda bir lastik gibi her yöne çekilirken dinci terörün kurbanı oldular. Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı gibi Atatürkçülüğü dinle özdeşleştiren bu sözde aydınlar bunlardan bir kaçı. Bu aydın geçinenler savunduğu fikirlerin karşısında dinin acımasızlığını kavramayıp aynı zamanda gerçek aydınlara karşı çıkarken savunduğu dinin kurbanı oldular. Dini hafife alıp Atatürkçülüğü dinle ödeştiren bu kişiler aydın diye tanımlanıp halka sunulurken dinciler boş durmayıp gerçek dini uygulamaya soktular. Dini savunmakla aydın olunmayacağı gibi insanlığı sömüren dini eleştirmemekle de aydın olunmaz. Bu yüzden aydın çok bilgili olmalı ve doğruyu tam olarak saptayıp kesin ve tutarlı bir tavır takınmalıdır. Dinciler ve gerçek aydınlar biliyor ki Atatürk dinle bağdaşlaştırılamaz. Çünkü Atatürkçülük din üzerine değil bilim üzerine kuruludur.
Bizim, gerçek aydınları iyi tanımamız gerekiyor. Onların düşünce uğruna ve tehlikelerle dolu yolda nasıl yiğitçe yürüdüklerine tanık olmalıyız. Bu aydınlar Türkiye'de nicel olarak az olsa da nitel olarak çok bilgili ve donanımlıdırlar. Cemil Sena, Turan Dursun, Aziz Nesin, Abdullah Rıza Ergüven gibi aydınlarımız Türkiye'nin aydınlanması yolunda çok çaba harcamış ve nice tepkiler karşısında yılmayıp ölümü göze almış gerçek aydın ve insanlardır. Şu an bu aydınlardan yaşamakta olan İlhan Arsel, Faik Bulut, Erdoğan Aydın ve bu aydınlar gibi daha bir çok aydınlık savaşçısı düşünce adına gericilikle savaşmaktadır. Türkiye halkı bu saydığımız aydınların eserlerini okuyup doğruyu arama zahmetine girmedikçe, sömürülmeye ve karanlıkta yaşamaya devam edecektir.
Halk aydınlanma ve karanlıktan kurtulmak istemedikçe aydınların da yapacağı pek bir şey yok gibi. Halk kendini bataklıktan kurtaracağına gerçeklere göz kapayıp kendini eğlendiren her şeye kucak açmakta, kendi kendisinin yıkılmış devleti olarak kalmaktadır. Bunu iyi bilen kapitalistler bol bol halkı eğlendirerek kendilerinin ceplerini doldururken Türkiye'yi de karanlığa sürüklemektedirler. Yoksa her depremden, selden, trafik kazalarından, grizu patlamalarından, tren kazalarından, töre cinayetlerinden sonra bilimi sadece sözlerde konuşmaya devam edeceğiz. Aydınlar halkın bu olumsuzlukları yaşamaması için herkesi bilime çağırırken , halk bu aydınlara düşman kesilerek onları yok etme çabasına girmiştir ve başına gelen her kötü olayı tanrıya bağlayarak işin içinden çıkıp, kendisini sorumluluktan kurtarmıştır.

EMEK VE EMEKÇİ

Emekçi kimdir? Her çalışan, üretime katılan emekçi midir? Emekçinin görevleri ve insanca yaşamak için yapması gerekenler nelerdir?

Günümüzde, emekçinin geldiği nokta sömürünün en uç noktasıdır. Bu sömürüye karşılık, emekçinin yaptığı hiçbir şey yoktur. Emek, emekçiden çıkmış sömürücünün mutluluğu olmuştur. Bu mutluluğun kaynağı, emekçilerin emeğine olan saygısızlığından kaynaklanmaktadır. Emeği sömürücüye bir ödül olarak veren emekçi, kendini sömürüye açık hale getirip düzenin devamlılığını sağlarken, aynı zamanda bütün onurunu ve kişiliğini de bir daha kazanmamak üzere beş kuruşa satmıştır. Emekçi emeğinin çok azını ancak bir köpeğe verilen ekmek gibi açlığa mahkum edilerek almaktadır. Bu açlığa ve sömürüye karşı hiç bir tavır koymayan emekçi sömürüyü kendi elleriyle yaşatmaktadır. Kendini hep suçlu ve küçük görüp, düşünceye ve bilgiye karşı hiç bir yakınlık duymayan emekçi, verilen az ücretle zenginlik hayalleri kurmaktadır. Emekçi zenginlik düşleri kurarken, sermaye sahipleri bu düşleri çok kolay paraya çevirebilmektedir. İşte bu yüzdendir ki zengini yaratan yine emekçinin kurduğu düşler, yani emekçinin kendisidir. Şu ise çok şaşırtıcıdır. Emekçi, zengin ettiği sermaye sahiplerinin zenginliğini "Allah verdi ona" diyerek savunması akla mantığa sığmayan bir şeydir. Emekçi zengine parayı veren Allah’ın, kendisi olduğunun farkında değildir. İşte bunun farkına vardığı gün, emekçi sömürüden kurtulacak ve hep beraberce üretmenin mutluluğuna erişecektir.
Sermaye sahiplerinin görevi sömürmek olduğu halde, emekçinin görevi de bu sömürüye çanak tutmak olmuştur.Çünkü emekçi dediğimiz kişiler kendi emeğine saygı duymayıp ve bu emeği hiçe sayarak bir gün o sömürücünün yerinde olmak istemektedir. Kısacası emekçi sermaye sahiplerinin yerinde olmak istemekte ve o da insanları sömürmenin hayallerini kurmaktadır. Emekçinin mutsuzluğunun kaynağı sömürücüler olduğu halde, emekçi bu mutsuzluğun kaynağını mutlu geçirme hayalleri peşindedir. Yoksa bu kadar açlığın, sömürünün, aşağılanmanın ortasında bilinçli ve emeğine saygı duyan bir emekçi nasıl olurda bunlara katlanabilir. Emekçinin insan olmak gibi bir derdi olmadığı gibi zengin olma ve insan sömürme hayalleriyle de tutuşmaktadır. Emekçiler kendi mutluluğunu, içinde taşıdığının farkında değildir. Emekçi zeki, bilgili ve onurlu olmak zorundadır. Bu üç özelliği olmayanlar ezilmeye, aşağılanmaya, sömürüye her zaman mahkumdurlar. Bütün bunları tanrıya bağlayıp, kader diye kendi sorumluluğunu tanrıya atan emekçi hiç bir zaman kurtuluşa eremez. Kendisinin tanrı olmadığını kabullenmedikçe emekçi başka tanrıların kölesi olmaktan kurtulamayacaktır. Eğer, bir gün zengin olup sermaye sahiplerinin yerinde olma hayalleriyle yaşarsa emekçi, adı emekçiden öte, sömüren insanların “fırsatı bulamamışı” olarak kalacaktır. Fırsatı bulsa, insanları sömürmeyi hiç çekinmeden gerçekleştirecektir. Bu yüzdendir ki devrim hiç bir zaman bu tür emekçilerin ürünü olamayacaktır. Devrim emekçinin ezilmişliğinden değil; bilinçli, bilgili ve zeki olmasından doğar. Eğer niteliksiz emekçiler devrim yapabiliyorsa bu devrim yıkılmaya mahkumdur. Devrim; düşünen, insan olma çabasından başka hayali olmayan emekçilerin omuzlarında yükselip, bir daha geriye dönmeyecek şekilde gerçekleşebilir. Ezilmişliğinden dolayı devrimi savunanlar, devrimin hemen ardından bir sömürücü olma adayı olacaktır. Bilinçli, bilgili, düşünen emekçi yaratıldığı an, sömürü tarihe karışacak ve herkesin üretime katılıp, ürettiğini paylaşan bir toplum yaratılacaktır. Yoksa mülkiyet, para ve din peşinde koşan emekçi ancak milyarlarca insanın mutsuzluğunun kaynağı olacaktır.
Son olarak söyleyeceğimiz, sömürünün kaynağı sermaye sahiplerinde değil din, mülkiyet ve para peşinde koşan emekçinin emeğine ve kendine olan saygısızlığındandır. Sömürüsüz bir dünya için; din, mülkiyet ve para peşinde değil, insan olma onurunu taşıyan, kendi varlığını hisseden, düşünen insanların yeşertilmesi umuduyla…

YALAN, MÜLKİYET VE TANRI II

Yoktan bir din yaratacaksın, birde bunu olmayan bir tanrıya mal ederek kutsallaştırıp yeni bir yaşam alanı, anarşi düzeni, pazar alanı yaratacaksın. Ne güzel hem yalanı ortaya atacaksın, hem de ona inanmayanları dinsiz, ateist ilan edip inanmadıkları için her türlü olumsuzluğun hedefi olarak göstereceksin.
İnsanoğlu yüzyıllarca mülkiyeti ele geçirmek için elinden gelen her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmemiştir. Mülkiyet kavgasında hep galip olan cahillik olmuştur. Buradaki kazanım ben merkeziyetçi insanımsının düşünce karşısında kazandığı ilkellikten başka bir şey değildir.
İnanmak. Nedir inanmak. Bilimsel olarak inanmak; değişmezliğin kabulüdür. İnsan ancak bir şeye inanabilir; o da değişimin kendisine. Bunun dışında inanmak diye bir şey söz konusu değildir. Her şeyin değiştiği bir evrende inanmak insanın bir özelliği değil, ilkelliğin bir ifadesidir.
Tanrıya inanmak günümüz bilim toplumu için bir onursuzluktur. Tanrı inancın arkasında hiç de masum olmayan şeyler gizlidir. Bakın inanmak neleri beraberinde getiriyor. İnanan kişi ilk başta yalanı, hırsızlığı, sevgisizliği, ilkelliği vb. insan dışı davranışları da berberinde peşinen kabul etmiş sayılır. İnanmanın arkasında üretmeden, emek harcamadan yaşanacak bir cennetin hayali vardır. Bu cennet hayali yaşadığımız dünyayı cehenneme çevirmektedir. Cennet için bütün onurunu yalana satan kişi, karşılığında cennet almak için çaba harcarken, dünyayı da karanlığa sürüklemektedir. Cennet hayali gerçek yaşamı bir anarşiye çevirirken, bu anarşi ortamı yalanların yaşatılmasına da yardımcı olmaktadır. Çünkü din anacak anarşi ortamında yaşar. Bu yüzden çocukları bu din yalanlarından uzak tutup bir terörist olarak yetişmesini engellemeliyiz.
Yaratılan bütün tanrılar yaratan insanımsıların özelliğini taşır. Bu tanrı insanımsının içindeki hükmetme isteğinin yansımasıdır. Her insanımsı bir tanrıdır. Bu tanrı toplumu değil kişiyi ön planda tutar. Bu yüzden insanımsılar içindeki güçsüz tanrıyı bir tek tanrı haline getirip güçlü bir tanrı yaratmış oluyorlar. Hayatında hiçbir şeyi paylaşmayan insanımsılar neden tanrıyı aralarında paylaşıyor. Olmayan bir şeyi paylaşmak insanımsıya bir şey kaybettirmiyor, tam tersine çıkarları doğrultusunda çok şey kazandırıyor. Bu yüzden dinin en büyük gücü cahil sürülerin nicel olarak çok oluşundan kaynaklanmaktadır.
Tanrıya inanıp, insanları sömüren, sevgiyi içinde taşımayan, emek harcamadan mutlu olmayı düşünen, yalan söyleyen, hırsızlık yapan insanımsı; dine inanmayanı neden suçluyor, yok etmeye çalışıp, ona olumsuzluk yüklüyor. Var olan doğaya inanmayan insanımsılar neden yalana inanmayanları ateist diye tanımlıyor. Şunu ilk başta belirtelim, asıl ateistler var olan doğaya inanmayıp yalanlara inananlardır. Olmayan bir şeye inanmamak doğal bir şey iken var olan doğaya inanmamak hastalıktır. Doğa, - insan sussa da- konuşan bir varlık iken, bunu karşısında insanımsıların tanrısından bir ses çıkmamaktadır. Tanrının konuşmamasındaki acizliği insanımsıların içindeki acizliğin bir ifadesidir.
İnsanoğlu çözemediği olaylar karşısında her probleme bir yalan uydurarak işin içinden sıyrılıp gelişmemiş beynini yorma zahmetine girmemiştir. Bu zahmete girmeyenler geri kalmaktan kurtulamamışlardır. Şu da var ki bilim ve üretim adına bir zahmete girmeyenler din için her türlü zahmete girmişlerdir. Bunun nedeni düşünceyi hayatında bir kez olsun tatmamasındandır. Düşünceyi bilmeyenler cennet hayali kura dursun, düşünceyi tadan insanların çok çalışması ve üretmesi gerekmektedir. Bir dinci nasıl yalan üretmek için çaba harcıyorsa, düşünen insanlarında düşünce üretmek için çok çaba harcaması gerekmektedir. Geleceğin bilim toplumu için bu karanlığı yok etmek düşünen insanların en büyük görevidir. İnsan onurunu geleceğe yalanlarla değil düşüncesiyle taşımalı. Bu dünyada yaşamak düşüncenin yaşamasıyla mümkün olabilir. Düşüncesi olmayanlar yaşamazlar. Düşünce tektir. Kişilerin düşüncesi olamaz. Ancak doğanın düşüncesi olabilir. İnsan da bu düşünceyi bulup ortaya çıkarmakla yükümlüdür. Doğanın verdiği bedeni doğaya laiğiyle vermelidir insan. İnsanımsılar var olamayan şeylerle kendilerini kandıradursun düşünen insanların var olanlarla kendi kandırmaması gerekir. Sorun düşünmeyenlerin düştüğü kötü durum değil, düşünenlerin düştüğü kötü durumdur. Gelecek düşünenlerden çok ama çok şey bekliyor.


SANAT VE SANATÇI


Sanatı tarif edebilmek çok zordur. Çünkü sanat her insanda başka bir şekle girer. Sanatın bu başka şekilleri doğada tek noktada buluşmaktadır. O da yaşanan gerçeklerdir. Sanatı bu gerçeklerle buluşturduğumuz an sanata ulaşabilir ve sanatı tarif edebiliriz.

Doğada yaşayan insanın var olma çabasıdır sanat. İnsan sanatla var olma niteliğinin doruğuna çıkabilmekte ve gerçekliğini bu şekilde dışa vurabilmektedir. Ama sanatın kapsamı kişinin gerçekliğiyle sınırlandırılamaz. Sanatla insan, evrende var olan her şeyi kendi aynasında renklendirerek dışa vurur. Bu yüzden sanat demek gerçekliği haykırabilmektir. Bu haykırıştan yoksun olan sanat sanat değil, sanatçıda gerçek anlamada sanatçı olamaz. Sanat, sanatçının bilgisi ve gerçekliği ile günün koşulları içerisinde var olan olumsuzlukları yok etme ve gelecekte var olan olumsuzlukların yaşanmasını engelleme çabasıdır. Sanatı tarif ederken zaman kavramının önemi de vurgulanmalıdır. Sanatçı yaşadığı çağı korkmadan yansıtabilmelidir. Sanat o zaman görevini yerine getirir ve yerini başkalarına devrederek yoluna devam edebilir. Çıkar uğruna yapılan sanatlar sanattan öte varlığını kabullenememiş ve birey olamamış, sanatçı adı altında dolaşan kişilerin, gerçekliği haykırmaktan korkup yalana sığınmasıdır.

Özellikle kapitalist bir toplumda yaşayan bir insan eğer gerçeklere dokunmadan sanat üretiyorsa; bu, hem kapitalist sistemin haklılığını göstermesi hem de kendi korkaklığına bir maske aramasının ifadesidir. Oysa gerçek sanatçı gerçekleri hiç korkmadan, hiç bir çıkar beklemeden topluma sunandır. Yüzyıllarca sanat altında yalanı gizleme ve gerçekleri bir kenara itme çabasına girilmiştir. Yalanı ve gerçekleri haykıramayanlar sanat adı altında şiirler, romanlar, hikâyeler yazmış, resimler yapmış, notalar yazmış fakat gerçeğe el sürmemiştir.

Gerçekleri korkmadan sanatla anlatan çok az sayıda sanatçı vardır. Sanat adı altında kendi kendini ve toplumu kandıranlar, bu gün yaşanan karanlığın sorumluları olmuşlardır. Bir de sanata sınır koyanlar vardır. Sınırsız sanata sınır koyanlar gerçeğin önüne duvar örenlerdir. Bir şair gerçekleri yazamayıp söz oyunlarıyla gizliliğe başvuruyorsa bu da gerçekleri söyleme gücünün olamamasındandır. Kısaca korkaklar kendine sanatı oyuncak görüp adına da sanatçı diyerek düşük seviyelerini yükseltme çabası içinde girmişlerdir. Sanatçı zekidir, bilgilidir. Korkmadan gerçekleri haykırandır. Türkiye’de sanatçı geçinenler köşelerinde rahatlığa ulaşmanın yollarını sanat ile araya dursun bu güzel ülke günden güne, yıldan yıla gerilemeye, açlıklarla, sömürüyle, haksızlıklarla boğuşmaya doğru hızla ilerliyor.

Biz hep aydınları öldürenlerin peşinden koşup onları yakalamaya çabaladık. Oysa aydını öldürtenler yine kendi aydın ve sanatçı geçinenlerimizdir. Çünkü bu günün haksızlıklarını yok etme çabasına girmeyen sanatçı, bu haksızlıkların içerisinden çıkan kötülüklerin hedefi olmaktadır. Aydını, aydınlanmamış aydın geçinenler öldürmektedir. Aydın sanatçı bu günün olumsuzluklarına karşı bir şey yapmazsa ileride öldürülen aydınların katili olacaklardır.

Bugün Turan Dursun, Uğur Mumcu, Sivas katliamı ve bunun gibi bir çok aydınlık düşmanı eylemlerin sorumlusu gerçeği haykıramayan aydın sançtı diye geçinen insanlardır. Sanatçı aynasından gerçekleri değil yalanları yansıtıyorsa -ki Türkiye’de sanatçıların %99 u böyledir- kendi hastalığı içinde kıvranmasındandır. Bu hastalık mülkiyet hastalığıdır. Kendini toplumdan soyutlayan bu sanatçılar, cahil halk yığınlarından bile geriye düşmüştür. Hiçbiri aynasından açlığı, sömürüyü, din yalanını ve mülkiyet hastalığını yansıtmıyor.

Bir Aziz Nesin, Aşık İhsani, Abdullah Rıza Ergüven gibi aydın sanatçı olmak, belki de toplumda bir heves uyandırmadığı ve cahil yığınları peşinden sürüklemediği için sanatçı geçinenler toplumu oyalayacak sanatlar üretmektedirler. Kısacası bireyci, ben merkezci, ün ve paraya kavuşmak isteyen sanatçı geçinenler, gerçek yaşamın soytarıları olurken geleceğe sadece yalanlarını bırakıp yok olacaklardır.

K(ADINI) SORUYORUM



Yüzyıllarca aşağılanmış, erkek tarafından sömürülmüş, bir meta olarak kullanılmış kadınlar. Nerede haksızlığa baş kaldırsa erkeğin fiziksel saldırısına uğramış ve böylece sindirilmiş kadınlar. Kutsal sayılan kitaplarda dövme* emri verilen, erkekten her zaman düşük görülen, sadece erkeğin zevkini gören kadınlar. Kısacası kadın olamadan yok olan, kendi varlığını hissedemeden öldürülen, dövülen, sömürülen kadınlar; neredesiniz. Almanya’da ortaçağ zamanlarında büyük bir sel felaketi olur. Büyük tahribatlara neden olan bu felaket karşısında, bunun nedeninin kadınların içine cadıların girmesini bağlayan kilise, belanın giderilmesi ve tekrarlanmaması için 100.000 den fazla kadını diri diri yakar. (Bakınız- Ali DEMİRSOY-Son İmparatora Öğütler-Bilim Toplumu/ METEKSAN Yayınları, 1998. (dördüncü basım)sayfa 124). Bu gibi örneklere tarihte hatta günümüzde bile rastlanmaktadır. Yine Amerika’da grev yapan 108 kadın çıkarılan yangında diri diri yakılıyor. Kuran’da kadına yönelik hükümler kadının dini toplumlardaki yerini belirlemekte. Bütün bunlar kadının, yüzyıllarca erkek egemen topluluklarının altında nasıl vahşice ezildiklerini gösteriyor. Dinsel topluluklarda cinsel organıyla dünyaya bakan erkek, kadının bedenini mülkiyeti altına almak için her çabaya girmiş ve kutsal sayılan kitaplara bile bu çabasını geçirmiştir. Doğada, kadın erkeğin bir tamamlayıcısıdır. Kadın olmadan erkek, erkek olmadan kadın olmaz. Fiziksel anlamda eşit olmasa da düşünsel anlamda erkek ve kadın eşittir. Fiziksel farklılıklar erkeğin kadın üzerinde hakimiyetini gerektirmez. Kadın ve erkeğin eşit olmadığı toplumlar geri kalmaya mahkumdur. Bu yüzden her alanda kadın ve erkeğin düşünsel eşitliği sağlanmalı ve gelecek kuşağı yetiştirecek kadınların yaşam hakları güvenceye alınmalıdır. Yüzyıllardır cinsel bir obje olarak görülen kadın, modern toplumların oluşmasıyla adını ve kendini duyurmasını bilmiş, erkek ile eşit bir konuma gelebilmiştir.
Bunu kabullenemeyen dini toplumlar kadına baskı ve şiddeti -tabi ki kutsal kitaplardaki hükümlere dayanılarak- arttırmış kadınları sindirerek kendi egemenliğini korumaya çalışmışlardır. Çünkü kadın onlar için bir araba bir ev bir mendil gibidir. İşi bitince atılır ve değiştirilebilir. Bunun korkunç olan yanı kadının bunlar karşısında uyanamamasıdır. Bu baskı, işkence ve karanlığa karşı koyamaması kadının gelecekteki konumunu belirleyecektir. Özellikle kız çocuklarına yapılan baskı, şiddet ve işkence tüyler ürperticidir. 2006’nın Ocak ayında, doğuda bir ilimizde 6 genç kız intihar ederek canına kıymıştır. Dinsel baskının altında kendi öz yakınlarının karanlığına dayanamayan kızlarımızdır bunlar. Kadının adını tanımak istemeyen beyni oluşmamış kişiler, cennetteki hurilerle partiler düzenlemeyi düşlerken, gerçek yaşamda kadınlar şiddete ve baskıya uğramaya devam ediyor. Arap peygamberi Muhammed, yazdığı kitapta, kendisine bütün akrabalarının kızlarını ayetlere dayandırarak kendisine helal ederken, başka bir ayette de onların dövülmesini de kutsallaştırarak kurana alıyor.(bakınız Ahzab 50**) Hangi mantık bunu kabul edebilir. Bu mantığı kabul edecek bir kişi nasıl insan olabilir. Yakın bir zamanda bir cani babanın, erkek arkadaşıyla birlikte olduğu için öz kızını bir derenin kenarına götürüp başını kıbleye çevirerek boğazını kesmesi söze gerek bırakmıyor.

Bakire çıkmadı diye kızını kesip öldürdü
Çorum'da korkunç dram! Bahattin Öztemiz (47) adlı baba, bakireliğini yitiren 17 yaşındaki kızı Esra Nur Öztemiz'i, bıçakla boğazını keserek öldürdü.
Esra Nur daha 17 yaşındaydı. Hayatının baharındaki genç kız, güzelliği ile dikkati çekiyordu. Sevdalanmıştı... Mahallesinden İsmail Çalışkan (22) adlı genci gördüğünde kalbi bir başka atıyordu. Esra'nın adı bir süre sonra İsmail'le anılmaya başladı. İki gencin sık sık birlikte olduğu kulaktan kulağa dolaşıyordu. Sonunda baba Bahattin Öztemiz de, kızı Esra'nın İsmail Çalışkan adlı gençle çıktığı söylentilerini duydu.
Birileri, baba Öztemiz'e, kızının İsmail'le cinsel ilişkisi olduğunu da öne sürdüler. Baba, çılgına dönmüştü. Kızı Esra Nur'u Devlet Hastanesi'ne bakirelik muayenesine götüren Bahattin Öztemiz, sonucu öğrenince öfkesine hakim olamadı. Önceki akşam Esra Nur'u İbrahim Çayırı Mevkii'ne götüren baba, çılgın kararını uyguladı. Bakire çıkmadı diye yere yatırdığı öz kızının boğazını bıçakla kesiverdi. Baharında bir yaşam sona ererken, cehaletin pençesinde öfkesine yenilen baba da, elinde bıçakla polise teslim oldu. Babanın titreyen dudaklarından, sadece ‘‘Kızımı öldürdüm’’ cümlesi döküldü.


Bu konu ile ilgili bir kaç haber

Babası, kızının boğazını kestiMersin'de Ahmet Yılmaz (50), kendisine hakaret eden kızı Süheyla Çamözü'nü (23) boğazını keserek öldürdü. Turunçlu Mahallesi'ndeki dünkü olayda, iddiaya göre Yılmaz, adam yaralamak suçundan kocası hapse giren kızıyla bilinmeyen bir nedenle tartışmaya başladı. Tartışma sırasında kendisine hakaret ederek kaçmak isteyen kızını kapı girişinde yakalayan öfkeli baba, sustalı bıçakla boğazını kesti. Genç kadın olay yerinde ölürken, Yılmaz 155'i arayarak, kızını öldürdüğünü söyleyip evin adresini verdi. Olay yerine kısa sürede ulaşan ekipler, Yılmaz'ı suç aleti bıçakla birlikte yakaladı.


Bakire olmadığını düşündüğü kızının boğazını kesti Hacdan sadece birkaç gün önce dönen ve adının Adnan olduğu bildirilen Kuveytli baba, ağlayarak yalvaran kızı Esma’yı öldürmeden önce, gözlerini bağlayıp ellerini kelepçeledi. Gazete, babanın İslami İşler Bakanlığı’nın bir çalışanı olduğunu ve kızının boğazına sapladığı ilk bıçak darbesinden sonra daha keskin bir bıçak alarak, iki erkek ve bir kız kardeşinin önünde, acıyla çığlık atan Esma’nın boğazını kestiğini belirtti. Adli testler sonucunda küçük kızın hál á bakire olduğunun tespit edildiğini de yazan gazete, adamın karısından boşandığını ve polisteki sorgusunda, Kuveyt’e dönmeden önce yaşadığı Suudi Arabistan’da aşırı hareketlerinden dolayı 18 ay hapis yattığını itiraf ettiğini de bildirdi.


-13 yaşında evli bir kadın olan “Selda” 28 Aralık 1996 günü Urfa’da bir kadın akrabasıyla sinemaya gitti. Kocası onu sinemadan sürükleyerek çıkardı, fahişe olmakla suçladı ve kalabalık bir meydanda bıçakla boğazını kesti. Adam sadece kısa bir süre hapis yattı.



-Canavar baba bekaret kontrolüne karşı çıkan kızını bıçakla öldürdüBir genç kızın ölümüne yol açan, bir babayı evlat katili yapan akıl almaz olay dün Bursa'da meydana geldi. 18 yaşındaki Özlem Atçeken gençliğinin de verdiği heyecanla Esenevler Mahallesi'ndeki evinden kaçtı. Üç gün sonra geri döndüğünde sinirli bir baba ve bir teklifle karşılaştı. Emekli işçi İsmail Atçeken kızından bekaret kontrolü yaptırmasını istedi. Özlem bu isteğe şiddetle karşı çıktı. itirazlar üzerine sinirden çılgına dönen İsmail Atçeken, eline geçirdiği ekmek bıçağıyla kızına saldırdı. Talihsiz Özlem, defalarca karnına saplanan bıçak darbeleriyle can verdi. Ertuğrulgazi Karakolu'na teslim olan canavar baba, "Eve döndüğünde durumundan şüphelendim ve kız olup olmadığını öğrenmek için doktora götürmek istedim. Karşı çıkınca şuurumu kaybettim" dedi. Kızını isteyerek öldürmediğini iddia eden İsmail Atçeken her şeyin bir anlık sinir yüzünden olduğunu söyledi.

Bu sessiz çığlık, kadının geleceğini avucumuza bir acı olarak bırakan bir çığlıktır. Dünyanın geleceği kadınların elindedir. Çünkü gelecek nesil onların elinde yeşerecektir. Kadının artık adını haykırması bu karanlığa son vermesi gerekir. Kapitalist sistemden ve dinsel bağnazlıktan kadınların, onurunu geri almasının vaktidir.


*Nisa (34)

Erkekler, kadınlar üzerinde hakim dururlar, çünkü bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar, itaatkardırlar. Allah'ın korumasını emrettiği şeyleri, kocalarının yokluğunda da korurlar. Serkeşlik etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince; önce kendilerine nasihat edin, sonra yataklarında yalnız bırakın, yine dinlemezlerse dövün. İtaat ettikleri halde onları incitmek için bahane aramayın. Çünkü Allah, çok yüksek çok büyüktür.

**AHZÂB (50)
Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helal kıldık. Ayrıca, diğer mü’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikahlamak istediği herhangi bir mü’min kadını da (sana helal kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.


YALAN MÜLKİYET VE TANRI

Yalan, mülkiyet ve tanrı; bu üç kelimenin doğada buluştuğu tek canlı insanoğludur. İnsan tanımında bu üç özellik olmadığı için biz bu üçlünün birleştiği kişilere insanımsı, insanımsıların oluşturduğu guruba ise topluluk diyeceğiz. Yalanı, mülkiyeti ve tanrılığı barındıran insanımsıların oluşturduğu bu topluluğu incelerken biyolojik faktörleri de beraberinde katarak sorgulamaya çalışacağız.
Çağlar boyunca doğruları aramaya çalışan insanoğlu bir gün tanrıyı keşfedince bütün amaçlarının karşılandığını gördü. Artık doğruya gerek yoktu. Çünkü doğru tanrıydı. İçindeki doğruyu tanrıya veren insanoğlu bütün sorumluluktan kurtulmuş, emek harcamadan mutluluğa erişmeye çalışıp, böylece kendini rahatlatma çabasına girmiştir. Bu rahatlatma çabasının nedeni, çözemediği olaylar karşısında çektiği acıdır. Asıl temel neden iklime bağlıdır. Sıcak iklimlerin verdiği rahatlıkla düşüme çabasına girmeyen insanoğlu tanrıyı yaratırken, soğuk iklimler karşısında insanoğlunun yaşam çabası aklı yaratmıştır. İnsanoğlunun tanrı ve din fikrini belli enlemler üzerinde ortaya çıkarması bu sıcak iklimin bir sonucudur.

Sıcak İklimin Soğuk Yalanları
Yalan gerçeğe aykırılık demektir. Insanımsıların oluşturduğu topluluklar mülkiyeti güvence altına almak için din yalanını seçmişlerdir. Mülkiyete ulaşmanın tek kaynağı her türlü yalana kucak açmaktır. Yalanlar kişiler için mutluluk yolunu açarken sürüler için mutsuzluk getirmiştir. Mutsuz olanlar da o kişilerin mutluluğuna erişmek için yalanı yaşatma yoluna gitmiştir. Yani bir peygamberin mutluluğu insanımsıların mutsuzluğu üzerine kurulu iken, mutsuzlar peygamberi yalanlarıyla birlikte yaşatıp bu mutsuzluğun kaynağına tapmaktadırlar. Bu yüzden kişilerin topluluklar üzerine etkisi çok büyüktür. Çünkü topluluğun tek amacı kişilerin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaktır.
Yalan, oluşmamış beynin tamamlayıcısıdır. Yalan olmadan insanımsılar yaşayamaz, yok olur. Çünkü insanımsılar hayatlarını yalan üzerine kurmuşlardır. Yalan, değişime karşı gösterilen direncin ifadesidir. Yalan acizliğin, çaresizliğin, zayıflığın ifadesidir. Doğru olanı saptamak insanın görevi olduğu gibi, yalanı yaşatmakta insanımsının görevidir. İnsan; gerçeğe, ancak deneyle varabilir. Deneyin olmadığı yerde insanımsı vardır.

En Büyük Yalan Dindir

Din insanımsının yalan gözlüğüdür. Bu gözlük her şeyi çok güzelmiş gibi gösterip, insanımsıyı gerçeklerden soyutlayarak çözemediği olaylar karşısında rahatlamasını sağlamaktadır. Bu gözlükle bakanlar aç insanları, yoksullukları ve adaletsizlikleri görmezler. Gördükleri tek şey mülkiyet ve paradır. Bu gözlük paraya giden yolu göstermektedir ve aynı zamanda insanımsıların ilgisini çekerek herkesi sömürüye açık hale getirmektedir. Bu gözlüğü kişiye çocukken takan aile, çocuğun bu gözlüğü büyüdükten sonra çok sevmesi ve çocuğuna da devretmesi sonucuyla yalanı yaşatıp, geleceği her türlü çirkinliğin ortasına atmaktadır. Yalan bu yüzden bir kısır döngüye dönüşerek yaşatılmaktadır. Bu gözlük gerçek yaşamı kapatıp kişiyi hastalığa sürüklemektedir. Bilim her geçen gün bu gözlüğü eritse de yeni gözlüklerin bulunması çok da zor olmuyor. Çünkü yalan sınır tanımıyor. Sağlıklı bir insan, olmayan şeyler tasarlayıp kendi kendini oyalamaz, kandırmaz, bundan çıkar beklemez. Insanımsının tek eğlencesi dindir. Bu eğlence doğanın yarattığı insanoğlunun daha çocukluk döneminde olduğunu göstermektedir. Insanoğlu günü geldiğinde yetişkinliğe adım atacaktır.
Tanrı Yalanın Neresinde
“Tanrı göktedir.” Dünya’nın yuvarlak olup, uzayın sonsuz olduğu anlaşılınca bu söylem, yerini “Tanrı her yerdedir.” söylemine bırakmıştır. Oysa tek olan tanrı nasıl olurda her yerde olabilir. Tanrı yalanı, bilimin gelişmesiyle her şekle girebilmekte ve gün geçtikçe köşeye sıkışmaktadır. Mülkiyetçiler yalanın sınırlarını zorlamaktadırlar. Tanrı yalanı aslında, insanın yok olup ölmesi karşısında kendisini, yarattığı tanrının ölümsüzlüğüyle özleştirip kendini bu sayede mülkiyeti ile birlikte sonsuz olarak yaşatmaktadır. Bu yüzden tanrının yaşaması aslında kişinin yaşamasıdır. Tanrı yoksa kendisi de yoktur.

Çocuklara En Büyük Armağan Yalansız Bir Dünya Bırakmaktır

İnsanlık artık kabına sığmıyor, taştıkça taşıyor evrenin sonsuz mutluluğuna. Sevgiyi sığdıramıyor insanlık dünyaya. Düşünce, evreni kavramak istiyor. Yeni yaşamlar bulmak ve var olan her şeyi görmek istiyor. Mutluluğu bilgide arıyor insanlık. Oysa dünya hala açlıklarla, savaşlarla, kanla boğuşuyor. Milyonlarca insan aç, susuz bırakılıyor. İnsanlığın kanseri olan mülkiyet isteği ve onun bekçisi olan din yüzyıllarca dünyayı kana boğup, bu güne kadar kanla beslenerek gelmiştir. Özellikle çocuklara öğrenme yaşında yalanlar aşılanarak çocuğun birey ve kendisi olması engellenmiştir. Düşünmeyi, merak etmeyi ve bütün bunların sonucu olarak çocuğun yaşamında, düşünce üretmesini engelleyip; sömürüye, haksızlığa, yalanlara boyun eğmesine neden olmaktadır. Aç susuz, sömürülen çocukların yüzlerinde peygamberlerin, padişahların, kralların bu çocuklardan çaldığı mutlulukların acısı yansıyor. Artık çocuklara tanrıyı hediye etmenin zamanı geldi. Mutluluğu ve sevgiyi yeşertecek milyonlarca çocuk bizim uyanmamızı bekliyor. Doğa bekliyor, evrim bekliyor bizi. Imanı çıkarıp yerine aklı koymanın zamanıdır. Yalanları kökünden söküp atmalıyız. Bilimin gittiği yol yalanın bittiği noktadır. Yalanları yıkmak için elimizde çok gerçek vardır. Korku; insanımsının, dincinin en büyük silahıdır. Korkuyu bilimle söküp atmalıyız içimizden. Melekle, cinle, periyle, tanrıyla, peygamberlik safsatalarıyla uğraşmayı bırakıp açlığı, savaşları, ağlayan çocukları görmemiz ve bu çirkinlikleri yok etmemiz gerekiyor. Din, yalan ve tanrı ekmek vermez, üretip paylaşmakla yaşar insan.